|
|
|
 |
KISACA
İMAM RIZA (A.S)’IN HAYATI
Masum İmamların sekizincisi olan İmam Rıza (a.s),
Hicri 148’de Zilkade ayının 11. günü Medine’de doğdu.[1]
Aziz
babası, İmam Musa b. Cafer (a.s)’dır; abide ve
takvalı annesi ise Tüktem, Necme,
Tahire[2]
ve Selame[3]
isimleriyle meşhurdur.
İmam
Rıza (a.s)’ın mübarek ismi “Ali”,
künyesi ise Ebu’l Hasan’dır; Rıza,
Sabır, Fazıl[4],
Vefiy, Reziy[5],
Veliy, Zekiy[6]
de O’nun lakaplarındandır.
İmam
Rıza (a.s)’ın görkemli dönemi, Hicri 183’ten itibaren
başlamıştır. O zamanlar siyasi hükümet Bağdat’ta Harun
Raşid’in elinde idi. Bu Abbasi halifesinin hükümet
sistemi, diktatörlük esasına dayalıydı. Onun memurları,
maliyet (vergi) almak için halka işkence yapıyor,[7]
sürekli Fatıma (a.s)’ın evlat ve Şiilerini kılıçtan
geçiriyorlardı.[8]
Nitekim onların büyüğü olan İmam Musa b. Cafer
(a.s)’ı yıllarca Basra ve Bağdat’ta hapsettiler ve
sonunda O İmamı zehirleterek şehit ettiler.
Harun Reşit, çılgınca zulüm ve haksızlıklarına
ilaveten, yabancıların fikir ve düşüncelerini,
özellikle Yunan felsefesini, halkın ilgisini
yabancıların ilmine çekmek ve Ehl-i Beyt ailesini ilmi
inzivada bırakmak için Müslümanların ilmi havzalarında
yayıyordu. Ebubekr-i Harezmi (Ö: 383), Abbasilerin
özellikle Harun’un tavırları hakkında Nişabur
halkına yazdığı bir mektubunda şöyle yazıyor:
“Harun, nübüvvet ağacını kestiği ve imamet fidanını
kökünden kazıdığı bir halde öldü... Hidayet
İmamlarından biri ve Mustafa (s.a.a) ailesinin
büyüklerinden bir büyük şahsiyet öldüğünde cenazesini
teşyi edecek ve kabrini alçı ile düzeltecek bir adam
bulunmuyordu. Ama bir palyaço veya maskaracı veya
kendilerinden olan bir katil öldüğünde kadı ve
hakimler cenazesini teşyi etmeye hazır olur, vali ve
yöneticiler onun ağıt toplantısına katılırlardı.
Maddeci ve Sofistiler onların ülkesinde emniyet
içerisinde yaşıyorlardı, Felsefi ve Manevi (Manevi bir
tarikat ismidir) kitaplarını tedris eden kimselere
dokunmuyorlardı. Ama Şii olan herkesi katlediyor ve
oğlunun adını “Ali” koyanın kanını döküyorlardı.[9]
İmam Rıza (a.s), Müslümanlara hakim olan siyasi
ortamı göz önünde bulundurarak işin evvelinde kendi
imametini alenen açıklamadı; fakat Şia ve dostlarıyla
ilişkileri vardı. Ama bir kaç yıl geçtikten sonra
Harun Raşid’in hükümeti, çeşitli grupların
ayaklanmasıyla zayıf bir duruma düştü. İmam Rıza (a.s)
bu fırsattan yararlanarak kendi imametini Medine
şehrinde aleni etti; itikadî ve içtimaî meselelerde
halkın sorunlarını gidermeye başladı. İmam (a.s)’ın
kendisi şöyle buyuruyor: “Ben Medine’de idim, bir
katıra binip o şehrin sokaklarında dolaşıyordum; o
şehrin halkı ve diğer kimseler, ihtiyaçlarını benden
istiyorlardı, ben de onların ihtiyaçlarını gidermeğe
çalışıyordum... ve mektuplarım şehirlerde geçerliydi.”
[10]
Diğer bir sözünde de şöyle buyuruyor:
“Ben ceddim Resulullah (s.a.a)’in hareminde
oturuyordum, bir gurup alim de orada dini meseleler
hakkında konuşuyorlardı, onlardan biri bir meselede
aciz kalınca hepsi bana yöneliyor, sorularını benden
soruyorlardı, ben de cevaplarını veriyordum.”
[11]
Horasan bölgesinde hükümet aleyhine ayaklananları
yatıştırmak için o bölgeye gitmiş olan Harun Raşid,
Hicri 193’te Horasan’da ölerek Tus (Meşhed)’un
“Senabad” bölgesinde defnedildi.[12]
Harun’un ölümünden sonra hilafet hakkında onun
oğulları Emin ve Memun arasında ihtilaf çıktı. Emin
Bağdat’ta kudreti ele geçirdi, Memun da Merv’de (Horasan’da)
hilafet tahtına oturdu .[13]
Bu iki kardeş arasındaki ihtilaf beş yıl sürdü.
Nihayet hicri 198’de Memun’un ordusu Bağdat’a
saldırarak Emin’i katlettiler.[14]
Böylece İslami ülkelerin yönetimi Memun’un eline geçti.
Ama Harun’un zulümlerinden rahatsız olan Alevi ve
seyitler, onun oğullarının hükümetinden de razı
değillerdi. Hicaz, Irak ve Yemen bölgelerinde Memun’un
hükümeti aleyhine ayaklandılar.[15]
Onlar hükümetin, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inin
eliyle yönetilmesini istiyorlardı.
Memun, onların kıyamını durdurmak ve Şialar arasında
kendine bir yer edinmek için, onların büyüğü ve önderi
olan İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s)’ı Horasan’a davet
etmeyi ve İmam’ın onun teşkilatında görünmesiyle
hükümetinin İmam Rıza (a.s) tarafından teyit
edildiğini halka ilka etmeği tasarladı.
Bu yüzden Memun, İmam (a.s)’a birçok davet mektupları
gönderdi. Ama her defasında İmam’ın olumsuz cevabıyla
karşılaştı. Memun durumun böyle olduğunu görünce
İmam’ı tehdit etmeye başladı. İmam Rıza (a.s) Memun’un
kendisinden el çekmeyeceğini görünce Şiilerin
kanlarının dökülmesini önlemek için Hicri 200’de
Horasan’a doğru hareket etti.[16]
İmam Rıza (a.s) Medine’den ayrılmadan önce, ceddi
Resulullah (s.a.a) ile vedalaşmak için O’nun haremine
gitti, Resulullah (s.a.a)’in kabrini bir kaç kez
ziyaret etti, her defasında yüksek sesle ağlıyordu.[17]
Sonra İmam Cevad (Muhammed Taki) (a.s)’ı yanına alarak
tüm vekil ve temsilcilerine O’nun emirlerine
uymalarını ve O’na karşı muhalefet etmekten
sakınmalarını emretti; aynı zamanda İmam Cevad
(a.s)’ın kendi vasisi olduğunu da ashabından güvendiği
kişilere açıkladı.[18]
İmam Rıza (a.s)’ın Horasana hareket edeceği yol,
Memun’un emri doğrultusunda Basra, Ahvaz ve Fars
şehirlerinden geçiyordu; Kufe ve Kum şehirlerinden
geçmeleri yasaklanmıştı.[19]
Çünkü Memun, İmam Rıza (a.s)’ın o şehirlerden geçerken
oradaki Şialara kendi durumunu açıklayacağından
korkuyordu.
Velhasıl, İmam Rıza (a.s) uzun bir mesafeyi kat
ettikten sonra Nişabur’a vardı; o şehrin halkı ve
alimleri tarafından sıcak bir şekilde karşılandı.
Maliki mezhebinden olan bir muhaddis ve fakih olan
İbn-i Sabbağ (Ö: 855) şöyle yazıyor: Ebu Zer’a-yi Razi
ve Muhammed b. Eslem-i Tusi, hadis, rivayet ve dirayet
ehli olan pek çok alimlerle birlikte Ali b. Musa
er-Rıza (a.s)’ın huzuruna varıp şöyle dediler:
“Ey şanı yüce seyyid, ey İmamların evladı, pâk olan
babalarının ve kadri yüce dedelerinin hakkı hürmetine,
mübarek yüzünü bize göster ve babalarının ceddin
Resulullah (s.a.a.)’den duyarak naklettikleri bir
hadisi bize rivayet et; biz de seni onunla analım.”
İmam (a.s.) katırını durdurdu ve hizmetçilerine,
gölgeliği tahtırevandan bir kenara itmelerini emretti.
Böylece İmam (a.s.), mübarek cemaliyle orada
bulunanların gözlerini aydınlattı, halk durup İmam (a.s.)’a
bakıyor, bazıları feryat ediyor, bazıları ağlıyor,
bazıları da İmam’ın bineğinin ayaklarını öpüyordu;
ağlama ve sevinç sesleri birbirine karışmıştı. Nihayet
alim ve fakihler halka hitaben yüksek bir sesle şöyle
dediler: “Ey millet! Susun ve size faydası olacak sözü
iyice dinleyin, ezberleyin...” Bu esnada İmam Rıza (a.s)
şöyle buyurdular:
“Babam Muse’l- Kazım babası Cafer’üs- Sadık’tan, o da
babası Muhammed Bakır’dan, o da babası Zeyn’ül- Abidin
Ali’den, o da babası Kerbela şehidi Hüseyin’den, o da
babası Ali b. Ebu Talib’den şöyle buyurduğunu
nakletmişlerdir; Habibim ve gözümün nuru olan
Resulullah (s.a.a) bana buyurdular ki; Cebrail bana
şöyle dedi: Rabb’ul- izzeti Subhanehu ve Teala şöyle
buyuruyor: “La ilahe illellah” kelimesi benim
kalemdir, öyleyse kim bu kelimeyi derse, kaleme girmiş
olur; kaleme giren kimse de, azabımdan amanda kalır (kurtulur).”
Sonra tekrar gölgeliği tahtırevanın üzerine atıp kendi
yoluna devam etti.[20]
Ravi diyor ki, katır biraz ilerlediğinde İmam (a.s)
yüksek bir sesle bize şöyle buyurdu: “O kelimenin
şartlarını gözettiğiniz takdirde Allah’ın azabından
kurtulursunuz; ben de onun şartlarındanım.”
[21]
O önemli olayda, kalem ve hokkaları ile mezkur hadisi
yazanların sayısının yirmi bin kişi üzerinde
olduğu kaydedilmiştir.[22]
Fazl b. Ruzbehan (Ö: 927) Şafii mezhebi alimlerinden
olup İmamet meselesini reddetme hakkında “İbtal-u
Nehc’ul- Batıl”[23]
kitabını yazmasına rağmen zikrettiğimiz hadis hakkında
şöyle demiştir: “O hadis, son derece değerli bir hadis
olup senetleri de yüksek derecede sahihtir.”[24]
Sözünün devamında şöyle diyor: “Muhakkiklerin dediğine
göre, bu hadis öyle sahih bir senede sahiptir ki, eğer
onun senedini (senedinde geçen isimleri), deli ve
hasta olan bir adama okurlarsa şifa bulur.”
Yine şöyle ekliyor: “Nuh b. Mensur-i Samani isminde
olan “Horasan” şahlarından biri, bu senetleri söz
konusu hadisle yazıp onun kabrine bırakmalarını
vasiyet etti. Bu hakir ve fakir kul da (kendisini
kastediyor), o hadisin senetlerinin, eceli yetişmeyen
hastaya okunarak şifa verdiğini denemişim. Hasta olup
bu kulun yanına gelenlere o senedi okumuşum, okuduğum
gün, o hadisin senedinde yer alan kimselerin yüzsuyu
hürmetine şifa bulmuşlardır; bu, benim gibi fakirin
tecrübe ettiği şeylerdendir.”[25]
* *
*
İmam Rıza (a.s), Nişabur ve diğer bir kaç şehri
geçtikten sonra, Memun’un bulunduğu başkent Merv’e
yetişti ve onun tarafından ihtiramla karşılandı.
Memun, siyasi planlarını uygulamak için geniş çaplı
bir faaliyet başlattı. Memun ilk önce şöyle dedi: “Ben
hilafetten kenara çekilmeyi ve bu makamı sana vererek
sana biat etmeyi düşünüyorum.”
Ama İmam Rıza (a.s) bu öneriyi kabul etmeyerek şöyle
buyurdular:
“Eğer bu hilafet seninse ve Allah (c.c) tarafından
sana verilmişse, onu kendinden uzaklaştırıp
başkalarına vermen câiz değildir. Ama eğer hilafet
senin değilse, o zaman da kendi malın olmayan bir şeyi
bana vermen câiz ve doğru değildir.”
[26]
Memun bu önerisinden vazgeçmedi, bu müzakereler tam
iki ay sürdü.[27]
Sonunda Memun, hilafet teklifinden vazgeçip
veliahtlığı İmam’a önerdi ve tam bir küstahlıkla şöyle
dedi: “Allah’a and olsun ki, eğer veliahtlığı da kabul
etmezsen seni onu kabul etmeğe mecbur ederim, kabul
etmediğin takdirde ise boynunu vurdururum.”[28]
İmam Rıza (a.s), veliahtlık makamını kabul etmekten
başka bir çaresinin kalmadığını görünce, bir takım
şartlarla onu kabul etmek zorunda kaldı; o şartları
şöyle açıkladı:
“Ben veliahtlığı şu şartlarla kabul ediyorum; Devlete
ait işlerde emr ve nehy etmeyeceğim, fetva ve hüküm
vermeyeceğim, vali tayin etmeyeceğim, kimseyi
makamından almayacağım, hükümette olan bir şeyi
değiştirmeyeceğim, beni bunların hepsinden muaf
kılacaksın.”
[29]
İmam Rıza (a.s)’ın bu şartları zikretmesi, Memun’un
hükümetinin şer’i bir hükümet olmadığını, “ülkenin
hiçbir siyasi işine karışmayacağım” buyurması ise
o hükümetin İslami bir yönetimle idare edilmediğini
göstermektedir. Velhasıl veliahtlık makamı, hicretin
201. yılının Ramazan ayında resmi bir şekilde ilan
edildi ve Memun bu olayı ülkenin her tarafına tebliğ
etti,[30]
İmam Rıza (a.s)’ın adına para bastırdı, kızı Ümmü
Habibe’yi O’na nikahladı ve Abbasilerin alameti olan
siyah elbise ve bayrakları yeşile dönüştürdü.[31]
Gerçi bu olay, az da olsa Alevi ve Şiilerin gam ve
üzüntüsünü giderdi. Ama Abbasileri öfkelendirip
onların daha çok bulunduğu yer olan Bağdat’ı sarstı.[32]
Şunu da hatırlatmamız gerekir ki, İmam Rıza (a.s),
Memun’un riyakar hükümetine karşı koyması ve onun
kültürel siyasetlerini bozguna uğratması için
veliahtlığı kabul etmekle kendi canını ölüm
tehlikesinden koruması gerekiyordu. Çünkü Memun,
babası Harun gibi o günün İslami ülkesini Yunan vb.
ülkelerin küframiz düşünceleriyle doldurmuş ve
yabancıların kültürünü yaygınlaştırmaya çalışmıştı;
öyle ki ilhadi şüphe ve küframiz fikirler artık
dillere düşmüştü.
Kadı Said b. Endülüsi (Ö: 462) şöyle diyor: Hilafet,
Abbasilerin yedinci halifesi olan Harun Raşid’in oğlu
Memun’un eline geçince, dedesi Mensur’un başlattığı
şeyi tamamladı ve Rum sultanları ile ilişkiler kurarak
onlardan felsefi kitaplar istedi; onlar da ellerinde
olan kitapları Memun’a gönderdiler. Memun da uzman
mütercimler bularak o kitapları (Arapça’ya) tercüme
etmelerini emretti. Mütercimler de var güçleriyle o
kitapları tercüme ettiler. Daha sonra Memun, halkı o
kitapları okuyup okutmaya teşvik etti. Memun’un
kendisi ise filozoflarla oturup onların münazara ve
müzakerelerinden lezzet alıyordu.[33]
Dineveri (Ö: 282) de şöyle diyor: Memun, İklidus’un
kitabını Rumlulardan ele geçirip onun tercüme ve
izahatının yapılmasını emretti. Memun hilafeti boyunca,
edyan ve mektepler arasında münazara meclisleri
düzenliyordu.[34]
Memun’un, yabancıların kitaplarını, özellikle Yunan
felsefesini Müslümanların arasında yaymaktan maksadı,
Ehl-i Beyt ailesine halkın teveccühünü azaltmak ve
buna ilaveten Abbasilerin o mübarek ailenin
karşısındaki ilmi eksikliklerini örtbas etmek ve
Abbasi hükümetinin temellerini gittikçe takviye
etmekti.
Ama İmam Rıza (a.s), Ehl-i Beyt ailesinin alimi ve
İmamı olarak Abbasi hükümetinin sinsi siyasetine karşı
koymuş ve saray alimleriyle çeşitli konularda münazara
yaparak dinin hakikatlerini muhafaza etmiştir.
Ebu Salt-i Herevi şöyle diyor: Memun, İmam Rıza (a.s)’ı
halkın gözünden düşürmek ve onlara; İmam Rıza artık
dünyaya yönelmiştir demesi için veliahtlık makamını
zorla İmama verdi. Bu işin, İmam (a.s)’ın halkın
yanında makam ve azametinin daha da artmasına sebep
olduğunu görünce, İmam Rıza (a.s)’ı ilmi yönde mağlup
etmek ve onu halkın yanında küçük düşürmek için
çeşitli şehirlerden İmamla tartışmaları için büyük
alimler davet etti.
Ama İmam (a.s)’ın karşısına çıkan her Yahudi, Mesihi,
Mecusi, Saibi, Berahimei... ve Müslüman fırkaların
alimleri, İmamla tartışınca mağlup olarak geri
dönüyorlardı. Bu durumu gören halk; “Allah’a and olsun
ki O (İmam Rıza), hilafete Memun’dan daha layıktır.”
diyordu.[35]
Arz ettiğimiz gibi İmam Rıza (a.s), veliahtlığı kabul
etme şartlarını zikretmek ve kendi zamanının büyük
alim ve filozoflarını mağlup etmekle Memun’un uğursuz
planlarını etkisiz hale getirdi ve bir kez daha Ehl-i
Beyt mektebinin hakkaniyetini herkese ilan etmiş oldu.
Memun, durumun bu açıdan da kendi zararına tamam
olduğunu ve Bağdat’taki Abbasiler arasındaki kargaşa
ve rahatsızlıkları görünce, başkenti Merv’den Bağdat’a
intikal ettirmeyi düşündü. Memun, Abbasi ve Arap
emirleri yanında itibar kazanmak için İranlı veziri
olan Fazl b. Sehl’i, Serahs şehrinde öldürttü.[36]
İmam Rıza (a.s)’ı da Tus’da ortadan kaldırmak için bir
meclis düzenledi, o mecliste İmam (a.s)’ı zehirleterek
şehit etti.[37]
İmam Rıza (a.s)’ın pâk cenazesi, o gurbet diyarda "Nevkan"ın
"Senabad" köyüne (şimdiki Meşhed) götürülerek Harun
Raşid’in kabrinin kıble tarafında toprağa verildi.[38]
Meşhur görüşe göre, İmam Rıza (a.s), hicretin 203.
yılının Sefer ayının sonunda şahadete erişmiştir.[39]
İmam
Rıza (a.s)’ın “Cevad” lakabıyla tanınan Muhammed
isminde sadece bir oğlu vardı;[40]
O da Şiilerin dokuzuncu İmam’ı olan Muhammed Taki (a.s)’dır.
-
Bihar, c. 49, s. 9 ve 10. Kafi, c. 1, s. 486. İrşad,
c. 2, s. 247.
- Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 1,
s. 14.
- El- Mecd-u fi Ensab’it-
Talibiyyin, s. 126.
- Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2,
s. 250.
- Keşf’ul-Ğumme, c. 3, s. 50.
- Fusul’ul-Muhimme, s. 244.
-
Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 362.
- İkd’ul-Ferid, c. 2, s. 44.
- Resail-i Harezmi, s. 79.
- Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2,
s. 167.
- Keşf’ul-Ğumme, c. 3, s.
107.
- Tarih-i Taberi, c. 8, s.
338, 344, 355.
- Tarih-i Taberi, c. 8, s.
527. Mekatil’ut-Talibiyyin, s. 422-453.
- Uyun-u Ahbar’ür Rıza, c. 2,
s. 217.
- İsbat’ul-Vasiyye, s. 224.
- Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2,
s. 149.
- Fusul’ul-Muhimme, s. 253 ve
254.
- Yenabi’ul-Mevedde, s. 364
ve 385. Emali-yi Saduk, s. 208. Uyun-u Ahbar’ur-Rıza,
c. 2, s. 135.
- Fusul’ul-Muhimme, s. 254.
- Şia alimlerinden olan Kadi
Nurullah-i Şuşteri (Ö: 1019) “İhkak’ul-Hak ve
İzhak’ul-batıl” kitabını, Fazl bin Ruzbehan’ın
kitabının reddinde yazmıştır. Bundan dolayı feci bir
şekilde şehit edilmiştir. Bkz. İhkak’ul Hak, s. 159.
(Ayetullah Mer’aşi-yi Necefi’nin bu kitaba yazdığı
mukaddime.)
- Mihman Name-yi Buhara, s.
342.
- Vesilet’ul-Hadim, s. 217.
- Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2,
s. 149.
- Kafi, c. 1, s. 489. Uyun,
c. 2, s. 15. İrşad, c. 2, s. 260.
- Tarih-i Taberi, c. 8, s.
554.
- Vefeyat’ul-A’yan, c. 2, s.
432. Tarih-i İbn-i Esir, c. 4, s. 162.
- Et-Tenbih-u ve’l- İşraf, s.
302.
- Muhtasar-u Tarih’ud- Duvel,
s. 136.
- Ahbar’ut- Tival, s. 401.
- Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2,
s. 239.
- Tarih-i Taberi, c. 8, s.
565.
- Uyun-u Ahbar’ur-Rıza, c. 2,
s. 243.
- A’lam’ul-Vera, s. 303.
Tarih-i İbn-i Esir, c. 4, s. 178. Nur’ul-Ebsar, s.
160.
- İsbat’ul-Vasiyye, s. 230.
Keşf’ul-Ğumme, c. 3, s. 92.
|
 |
|
|
| |