|
|
|
FURU-U DİN |
|
|
|
|
|
|
Bismillahirrahmanirrahim
TEVELLÎ VE TEBERRÎ (1)
Üstad
Cevadi AMULİ
Tercüme: S.TÜRKYILMAZ
Kur'an,
insanın hidayeti için gönderilen bir nur olduğundan,
insanın tekamülünde gerekli öğretileri ve zaruri
ahkamı beyan buyurmuştur. İnsan, iradesiyle hareket
eden bir varlık olduğundan, Kur'an, insanın tekamül
yolunu tayin edebilmesi için iradenin var oluş
temellerini tanzim edip düzenlemelidir ki insan, neyi
irade etmesi gerektiğini ve neden kerahet etmesi
gerektiğini bilebilsin ve irade ettiği şeye karşı
yapması gerekenler nelerdir, kerahet etmesi gereken
şeylere karşı ne yapmalıdır, bilebilsin. Aksi takdirde
insan tekamül yolunda ne yapacağını bilemeyecektir.
Eğer insan tek boyutlu olmuş olsaydı ve tek yönlü
hareket etme zorunda kalmış olsaydı, çaba ve mücadele
etmesine gerek kalmayacaktı. İnsan, iki boyutlu
olduğundan bazı işleri yapmak ister ve yapmak için
çaba harcar, bazı işlerden nefret edip uzak durmak
ister. İnsanın saadet sırrı da onun kendi hür
iradesiyle yaptığı amellerde yatmaktadır zaten. Onun
için insanın yönlendirilmesi gerekir; neyi sevmeli,
neyi sevmemeli, neyi yapmalı, neyi yapmamalı…
Kesinlikle insanın irade ve keraheti tanzim edilmeli,
düzenlenip dengelenmelidir. İşte bu, dinin resmi emri
olan "tevelli ve teberi"dir; yani hangi işi ve kişiyi
sevip onun velayetine girerek ondan yararlanmalı ve
onunla dostluk bağı kurmalı ve hangi işten ve şahıstan
nefret edip uzak durmalıdır.
Dinin temellerinden biri tevelli ve teberri, terbiye
ve eğitimin nişanelerinden biri muhabbet ve düşmanlık,
tekamül ve ilerlemenin yollarından biri iradet ve
kerahet olduğundan, bu öğretilerin temelleri ve
prensipleri beyan edilip düzenlenmelidir.
İnsan, yalnız ilim ve malumatıyla hareket edemez. İlim
ve malumatı, ya onun tevelli, muhabbet ve iradesinin
temelini oluşturur ve bu tevelli ve iradesi onun
hareket etmesini ve amel etmesini sağlar veya onun
teberri, kerahet ve nefretinin temelini oluşturup terk
etmesi gereken işleri terk etmesini sağlar.
Asıl olan, tevelli ve teberriyi tanzim edip
düzenlemektir. Diğer canlı varlıklar, tabiatlarına
uygun olanı "cezb" etme ve doğalarına aykırı olanı "def"
etme gücüne sahiptirler. Bu iki güçle kendi
kemallerine doğru hareket ederler. Bu iki güç yani "cezb
ve def", insanda daha da güçlendi mi "şehvet ve gazap"
şeklini alır; bu merhaleden sonra bu duygu zarifleşip
latifleşti mi "muhabbet ve adavet (düşmanlık)" haline
dönüşür. Yukarıya doğru güçlendikçe dördüncü merhaleye
yani "iradet ve kerahet" merhalesine ulaşır. Ve bu
batini duygu ve güç, son merhalesine ve kemal
noktasına ulaştı mı dinin temellerinden olan "tevelli
ve teberri" makamıyla sonuçlanır.
İnsanın batıla tevellisı ve haktan teberrisi olmaması
ve aynı şekilde tevelli ettiği şeyin hak ve teberri
ettiği şeyin batıl olması gerektiğini bilmesi için
vahiy ve akıldan yardım alması gerekir. Aksi takdirde,
batılın velayetine girmekten ve hakka teberriden
emanda kalmayacak; hakkın velayetinin faziletinden ve
batıldan teberrinin faydalarından yararlanamayacaktır.
İnsan, tevelli ve teberrisiz yaşayamayacağı gibi hakka
tevellisi ile batıla tevellisi de bir arada toplanamaz;
batıla muhabbeti olması, onu kemale ulaşmasına engel
olur.
Kur'an-ı Kerim, bu konuyu şöyle beyan etmektedir:
1-
İnsan muhabbetle yaşar ve muhabbetle hareket eder.
2-
Muhabbetin merkezi kalptir.
3-
Her insanın tek kalbi vardır.
4-
Hakkın muhabbetinin olduğu kalpte batıla yer yoktur.
Batılın muhabbeti konulmuş bir kalpte ise hakka yer
yoktur.
Hakkın muhabbetine ulaşmak için düsturlar ve ona
ulaştıktan sonra yapılması gerekenler vardır. İnsan
muhabbetsiz yaşayamaz; Kur'an, insanı fail-i muhtar ve
iradesiyle hareket eden bir varlık olarak tanıtıyor.
İnsanın hür iradesi ve seçim gücü, muhabbet ve
alakasına tabidir, insan faydasını bildiği ve muhabbet
beslediği şeyi irade eder. Ve aynı şekilde insan
zararını bildiği ve kerahet duyduğu şeyden uzak durur.
Yani insanın bir şeye muhabbeti yoksa, ona tevellisi
olamaz, bir şeye adaveti (düşmanlığı) yoksa ondan
teberrisi olamaz. Tevelli'de, muhabbet ve alaka asıl,
amel ve çaba onun bir uzantısıdır. Teberri'de de
adavet ve kerahet asıl, nefret ve uzak durma da onun
fer'i ve uzantısıdır. Bundan dolayı, Kur'an, irade,
meşiyyet ve seçme yetkisinin, insanın kendi elinde
olduğunu ortaya koymaktadır.
Muhabbetin merkezi ve yeri kalptir; muhabbet idrakle
beraber olan manevi bir duygudur. İdrak ve manevi
duyguların yeri, İlahi lütuf olan kalp olduğundan
muhabbetin merkezi de kalp olacaktır. Kalp, muhabbet
ve sevgiyi kendisinde barındırır.
Her insanın sadece bir kalbi vardır; insanı ve onun
kalbini yaradan Allah-u Teala her insanda muhabbet ve
sevgiyi barındıracak sadece bir kalp yaratmıştır.
"Allah, bir kişiye iki kalp vermedi." (Ahzab / 4)
Hakk ve batıl bir yerde toplanamaz; hakk ile batıl
birbirlerinin zıddıdır, hak bir yerde varsa, batıl
oraya giremez; hakka muhabbet besleyen kalpte batıla
yer yoktur. Allah-u Teala Peygamber'ine Kur'an'da
şöyle buyuruyor: "De ki hakk geldi, batıl gitti; ne
bir daha zuhur eder nede yeniden ve tekrar gelir."
(Sebe / 49) Hakk, duygu merkezi olan kalpte zuhur etti
mi, ne eski batıl düşüncelere nede yenilerine yer
kalmaz. Batıl, hakk olmayandır, hakk olmayan da hakk
ile beraber olamaz. Hakk ile batıl arasında hiç bir
bağ söz konusu değildir.
Bunlar, tevelli ve teberri konusunun temelini
oluştururlar. Çünkü Kur'an açıkça, tevelli ve
teberrinin muhabbet ve düşmanlığa dayandığını
vurgulamaktadır; insanın bir şeye muhabbeti olmadan,
ona tevellisi olamaz ve aynı şekilde bir şeye
düşmanlığı yoksa, ondan teberrisi düşünülemez. Amel,
alaka ve muhabbete tabidir, nefret ve uzaklık da
düşmanlık ve muhabbetin olmamasına tabidir.
Bunun için, Kur'an'daki muhabbet konusunun daha
dikkatli incelenmesi gerekir. Muhabbetin iyi veya kötü,
hakk veya batıl oluşu, mahbubun (sevilenin) iyi veya
kötü, hakk veya batıl oluşuna bağlıdır. Muhabbet, zata
izafi bir hakikat olduğundan, muhabbetin değeri,
mahbubun değerine bağlıdır. Eğer mahbub batıl ise bu
muhabbet yalan ve batıl olduğu gibi zarar da vericidir.
Mahbub hakk ise, insan, bu muhabbetin faydasını
görecektir.
Dinî öğretilerde, hakk ve doğru muhabbet, saadetin
temelini, batıl ve yalan sevgi ise şekavetin ve
bedbahtlığın temelini oluşturduğu beyan edilmiştir.
Dünyayı sevmek her kötülük ve hatanın başı, Allah'ı
sevmek her kemal ve faziletin temeli olarak
belirtilmiştir. Resulullah (s.a.a)'ın, "Dünyayı
sevmek her hatanın başıdır" hadisindeki "dünya"dan
maksat dağlar, denizler, gökyüzü vs. değildir.
Maksat insanı Allah'tan uzaklaştıran her şeydir; ister
tabiat sevgisi olsun, ister insanın kemale ulaşmasını
engelleyen insanın mağrur, bencil ve mütekebbir
olmasına sebep olan ilmi ve düşünceleri olsun. Bu
hadiste ve diğer birçok hadislerimizde insanı
Allah'tan uzaklaştıran, hata ve günahların yapılmasına
sebebiyet veren her şey dünya olarak tanıtılmıştır.
Öyleyse insanı Allah'a yaklaştıran her şey, faziletin
temelini, doğruluk ve hakkın özünü oluşturmaktadır.
Kur'an-ı Kerim ve hadisler, bu iki temel konuyu beyan
etmiştir. Kur'an, mu'minler hakkında şöyle buyuruyor:
"İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a
denk ilahlar edinir de onları Allah'ı sever gibi
severler, mu'minler ise Allah'ı her şeyden daha güçlü
bir sevgiyle severler." (Bakara / 165) Ayet-i
celilede yalan ve batıl sevgiyi de beyan buyuruyor;
onlar putları Allah'ı sever gibi sever ve putlara
gönül bağlar. Putları Allah'a ortak koşuyorlar. Onlar
batıla gönül vermişken, mu'minlerin Allah'a muhabbeti
daha şiddetli ve daha güçlüdür. Çünkü mu'minlerin hem
canları ve imanları onlarınkinden daha üstündür; hem
de Mahbub'ları yüce ve üstündür. Dolayısıyla
mu'minlerin sevgi ve muhabbetleri daha güçlü olacaktır.
Allah'a muhabbet besleyip onu sevmenin yolunu da
Kur'an şöyle beyan etmektedir: "De ki Allah'ı
seviyorsanız, bana uyun." Ayet Resulullah (s.a.a)'e
itaati, risaleti kabullenmeyi, Allah'ın sevgisinin
nişanesi olarak belirtiyor. Risalet, Allah'ın emir ve
nişanelerindendir; Mahbub'un eser ve emirlerini sevip
onlara tabi olmak, sevginin alametidir. Mahbub'un
eserini, yani risaleti sevmek, insanda ona karşı bir
iradet (alaka ve bağ) oluşturur, bu da insanı tevelli
makamına ulaştırır. Tevellisi olan, harekete geçip
amele yönelir. İşte bunun için ayet Resulullah (s.a.a)'e
tabi olmaya, getirdiklerine amel etmeye davet ediyor:
"Allah'ı seviyorsanız bana uyun". Bu itaat
insanı sevdiğine, Mahbub'u olan Allah'a
yaklaştıracaktır. İnsanı Allah'a yaklaştıran yol,
Resulullah'ın (s.a.a) getirdiği ilahi öğretilerden
ibaret olan dindir. Bu yolu takip etmek seveni
sevdiğine, kulu Allah'a yaklaştırır. İnsan, bu yolu
takip edip Mahbub'una yaklaştı mı, Mabhub olan Allah
da onu sevecektir, bu karşılıklı sevgi ve muhabbet
bağı muhib ile mahbubu buluşturacak ve kavuşmalarını
sağlayacaktır. İlk adım insan tarafından atılacak ve
ayetin belirttiği gibi (Allah'ı seviyorsanız, bana
uyun,) Resulullah'a (s.a.a) uyacak ve daha sonra
Allah'ın sevgisini hak edecek, (Allah da sizi
sevsin)". Birinci merhalede insan muhib ve Allah
mahbub idi; ama bu merhalede insan mahbub olmuştur
Allah muhib. Yani Allah kulunu sevecek ve sevginin
meyvesi olarak da onun günahlarını bağışlayacaktır:
"..ve günahlarınızı bağışlasın." Tevellinin
meyvesi Allah'ın sevgisini kazanmak ve günahların
bağışlanmasıdır.
İnsanı, Mahbub'una yaklaştıran ve tevelli makamına
ulaştıran yollar, Kur'an'da geniş bir şekilde
açıklanmıştır.
İnsanı, Allah'a yaklaştıran bir diğer yol takvadır.
Takva, insanı Allah'a ulaştıran onun sevgisini
kazanmasına sebep olan bir ameldir. Allah'ın mahbubu
olmak için takvalı olmak gerekir; takvalı oldu mu
ister istemez Allah onu sevecektir. "Allah
muttakileri sever" (Tevbe / 4)
İhsanda bulunmak: "Allah ihsan edenleri sever."
(Bakara / 195)
Sabırlı olmak: "Allah sabredenleri sever." (Âl-i
İmrân / 146)
Allah'a tevekkül etmek: "Allah tevekkül edenleri
sever." (Âl-i Îmrân / 159)
Tevbe etmek ve günahlardan temizlenmek: "Allah
tevbe edenleri ve temizlenenleri sever". (Bakara /
222)
Allah yolunda cihat etmek: "Şüphe yok ki Allah
kendi yolunda yan yana kurşunla kenetlenip kurulmuş
duvar gibi saf kurarak savaşanları sever". (Saf /
4) Allah yolunda cihat bazen dış düşmana karşı yapılır
bazen de iç düşmana; yani heva ve heveslere karşı
yapılır; her iki alanda da düşman karşısında direnip
mukavemet ederek zafere ulaşanlar, Allah'ın mahbubu
olurlar. Allah'ın sevgisini kazanarak tevelli makamına
ulaşırlar. İmam Zeynülabidin (a.s) her iki alanda da
kendisini başarılı kılmasını Allah'tan istiyor; hem
dış düşmana karşı savaşta, şehadet şerbeti içmesini
kendisine nasip etmesi için Allah'a dua ediyor: "Öyle
bir hamd ki, sayesinde saadetli dostlarının arasında
saadete erelim ve düşmanlarının kılıcıyla şehid
düşenlerin arasında yer alalım." Hem de nefisle
mücadelesinde, yani cihad-ı ekberde kendisini başarılı
kılmasını istiyor: "Allah'ım, bu ayda (Ramazan
ayında) bizi kullarına vaad ettiğin saygınlığa ehil
kıl; sana itaat etmekte adeta yarışan kullarına
vereceğin şeyleri bize de ver ve rahmetinle bizi en
yüksek makamı hakkedenlerin arasına kat." Eğer bir
insan şehit olursa, Allah'ın mahbubu olur; eğer
düşmana karşı savaşında zafere ulaşırsa, yine Allah'ın
sevgisini kazanıp mahbub olur. Her iki yol da Allah'a
yakınlaşmak için gidilmesi gereken yoldur. Eğer insan
bu yolları kat etmezse Mahbub'a yaklaşamaz;
yaklaşamayınca da Allah'ın mahbubu olamaz. Allah'ın
sevgisini kazanıp ona yakınlaşmak ve neticede tevelli
makamına ulaşılmak isteniyorsa, bu yolların kat
edilmesi gerekir. İnsan kendisini Allah'a yaklaştıran
namazı yerine getirir, Allah'a yaklaşmak için şehadet
yolunu seçer, insanın takvalı olmasını sağlayan dini
vecibeleri yerine getirirse, o zaman Mahbub'a
yakınlaşmış olur ve Allah onun Mahbub'u olur. İnsan bu
yolları kat eder ve Allah'ın mahbubu olursa, yani
Allah onu severse, o zaman onun kalbi Allah'ın
muhabbetinin ve velayetinin tecelligâhı olur. Allah'ın
rızasının dışında hiçbir şeye gönül bağlamaz.
Allah-u Teala, Tevbe ve Mucâdele surelerinde İlahi
muhabbetin ana hatlarını beyan buyurmuştur. Tevbe
suresinde, Allah yolunda yürümek isteyenin yolunda
engel olmaması gerektiğini, batıl muhabbetlerden
hiçbirisini kalbinde barındırmaması gerektiğini
vurgulamaktadır. Kendisini engelleyen bir şeyi
sevmemeli, bu yolda gitmesini engelleyecek birisine
karşı kalbinde herhangi bir alaka ve sevgi olmamalıdır.
Tevbe süresinde insanı engelleyebilecek dünya
sevgilerinden sekiz tanesini beyan etmektedir. Eğer
bunlardan bir tanesi engel olursa, insan Allah'a
ulaşamaz. Bunlardan bir tanesinin muhabbet veya
meveddeti insanın yolunu keser ve ilerlemesini
engellerse, İlahi azaba duçar olacağını bilmelidir.
Anlaşılıyor ki, bunlar Allah'ın muhibleri değillerdir.
Eğer Allah'ı sevmiş olsalardı, insana engel olmazlardı;
engel oldukları için insanın azap görmesine sebep
oluyorlar. Tevbe süresinde Resulullah'a (s.a.a): "
De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
karılarınız, aşiretiniz, elde ettiğiniz mallar, kesada
uğramasından korktuğunuz alış-veriş ve hoşunuza giden
evle,r size Allah'tan, Peygamber'inden ve onun yolunda
cihattan daha sevimliyse, bekleyin Allah'ın emri
gelinceye dek…" (Tevbe / 24) Ayette belirtilen
sekiz gruba muhabbet, örnek olarak zikredilmiştir;
bunlardan herhangi birisinin veya Allah'tan başka
herhangi bir şeyin muhabbet, Allah'ın, Resulü'nün ve
Allah yolunda cihat etmenin muhabbetinden üstün olursa,
o zaman böyle birisinin ilahi azaba duçar olması
kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda asla hedefe
ulaşılmayacaktır; çünkü bu sapıklık ve fasıklıktır. Ve
ayetin sonunda buyuruyor ki: "Allah fasık kavmi
hidayet etmez." Sırat-ı müstakimden sapma fısk
olarak belirtiliyor. Fasık, asla insani ve ilahi
hedeflere ulaşamaz; çünkü o yanlış yola sapmıştır.
Mucâdele süresinin 20- 21-22. ayetlerinde ise aynı
meseleyi farklı bir şekilde, konuyu ispat açısından
beyan ediyor: "Allah'ın ve Resulü'nün sınırlarına
uymayanlar ve karşı gelenler yok mu, onlardır en
aşağılık kişilerin içinde bulunanlar." Ayette,
Allah'ın koymuş olduğu kanunları ve çizmiş olduğu
sınırı çiğneyip kendileri kanun ve sınır
belirleyenlerin en aşağılık kimseler olduğunu belirtip
şöyle buyuruyor: "Allah yazdı, takdir etti ki, and
olsun ben ve Resul'üm galip geleceğiz; şüphe yok ki
Allah pek güçlüdür, galiptir." Bu, Allah'ın
değişmez sünnetidir; Allah'ın peygamberleri güçlü ve
galip olan Allah'a dayandıkları için devamlı galip
olacaklardır. Daha sonra mu'minlerin tevellisini ispat
makamında şöyle buyuruyor:
"Allah'a
ve ahiret gününe inanan bir topluluğu, Allah'ın ve
Resulünün sınırlarına aykırı hareket edip onlara karşı
gelen birini sever bulamazsın.."
Bu
topluluk Allah'ı sevdiklerinden, Allah'ın yolunda
gitmeyenlere sevgi besleyemezler. Çünkü, "Allah,
bir kişiye iki kalp vermedi" ayeti gereği
kalplerinde başka sevgi ve muhabbete yer yoktur. Sahip
oldukları kalbe Allah muhabbetini yerleştirdikten
sonra başkasını sevmezler. Allah'ın kanunlarını
tanımayıp çiğneyenleri dost edinmezler, "İsterse
onlar babaları, yahut oğulları, yahut kardeşleri,
yahut da aşiretlerinden olsun". Tevbe süresinde
belirtilen sekiz gruptan en önemli dört tanesi, bu
ayette zikredilmiştir. Onların tevellilerinin nişanesi,
Allah'ın yolunda olmayanları sevmemeleridir, Allah'ın
onlara muhabbetinin alameti ise ayetin devamında beyan
ediliyor: "..onlar, öyle kişilerdir ki Allah
onların kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir
ruhla kuvvetlendirmiştir ve onları kıyılarından
ırmaklar akan cennetlere sokar, orda ebedi olarak
kalırlar; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da
Allah'tan razı olmuşlardır; onlardır HİZBULLAH, bilin
ki şüphe yok ki HİZBULLAH kurtulanların ve muradına
erenlerin ta kendileridir. Kalpte Allah muhabbeti
varsa o kalp başka sevgi kabul etmez, eğer kalp
kirlenmişse Allah muhabbeti oraya girmez.
Muhabbet bir yoldur, insan bu yolun merhalelerini kat
ettikçe, Mahbub'a olan muhabbeti artarak güçlenir ve
Mahbub'a daha fazla yaklaşmış olur. Muhabbet, yerinde
saymakla bağdaşmaz, hareket ister, durmak, oturmak ile
bağdaşmaz, yürümek, gitmek ister. Muhabbet, mahbubun
yolu diye adlandırılan bir yoldur; muhibbi mahbuba
ulaştıran yoldur. Al-i İmran süresinde buyurduğu gibi,
"Allah'ı seviyorsanız, bana uyun", Peygamber
önde siz de arkasından yürüyün; muhabbet yolunu kat
edin. Peygamber Habibullah'tır, Habibullah'ı takip
etmek Mahbub'a ulaşmaktır. İlahi vecibeleri yerine
getirmek, Allah yolunda cihad etmek; hem dış düşmana
karşı hem de iç düşmana karşı savaşta, Resulullah'a
tabi olmaktır. Böylece tevveli ve teberri gerçekleşmiş
olur ve insan Allah'ın mahbubu haline gelir.
Görüldüğü gibi tevelli ve teberrinin temelini muhabbet
ve adavet (düşmanlık) oluşturuyor. Kur'an'daki bu iki
kelimenin yer aldığı ayetler incelendiğinde, tevelli
ve teberinin, insanın yaratılış hedefinde ne kadar
büyük bir rol oynadığı görülecektir; tevelli ve
teberrinin, insanın hedefe ulaşmasında ne kadar önemli
ve temel konuma sahip olduğu anlaşılacaktır.
|
|
|
|
| |
|
|
|
|
|
Bismillahirrahmanirrahim
TEVELLİ VE TEBERRİ ( 2 )
Ayetullah Cevadi Amuli
Tercüme.S.Türkyılmaz
İnsanın kemali, onun iradi amellerinin
sayesinde gerçekleşir, yapmayı irade ettiği
ameller de muhabbetinin mahsulüdür. İnsanın
bir şeye muhabbeti yoksa onu irade edemez,
irade etmezse eylem ve hareketi de yapamaz.
Aynı şekilde birşeyden keraheti ve inzicarı
yoksa onu terk etmesi de sözkonusu olamaz.
Velayet ve beraet, muhabbet ve adavetten
kaynaklandığı için tevelli ve tebberi, dinin
esaslarından karar kılınmıştır. İnsanın
sevdiğine tevellisi, buğz ettiğinden de
teberrisi vardır. Muhabbetın ve adavetin
ölçüsü açıklanmadığı müddetce Tevelli ve
Teberri meçhul kalacak ve anlaşılamayacaktır.
Bir önceki makalede Tevelli ve Teberrinin,
iradet ve kerahet ile ve muhabbet ve adavet
ile olan ilişkisini ve aynı şekilde şehvet ve
gazap ile ve cezb ve def’ ile olan bağını
açıklamaya çalıştık. İnsandaki bu duygunun, en
alt seviyesinin “cezb ve def’”, en yüksek ve
yüce derecesinin ise “ Tevelli ve Teberri”
olduğunu beyan ettik. Bu iki makam arasında
çeşitli merhale ve aşamalar da mevcuttur. Yine
önceki makalede açıkladık ki; muhabbetin
merkezi ve yeri insanın kalbidir ve insanın
birden fazla kalbi yoktur. Hakka muhabbet,
batılı sevmeyle bağdaşmaz ve bir yerde
toplanamazlar. Ve bu konuyla ilgili ayetleri
de delil olarak aktardık.
İmam Sadık (a.s.) buyuruyor:” İman, hub ve
buğzdan başka birşey değildir.” Dinin özü
muhabbettir, insan tüm eylem ve hareketlerini
muhabbet esası üzerine yapar.
Hz. İbrahim (a.s.), kendisine melekut alemi
gösterilmesiyle birlikte, tevhide delil
getiriken muhabbet yolunu seçiyor: “Ben
batanları sevmem.” (Araf / 6) Yok olacak
birşeyin mahbub olmaya liyakatı yoktur. İnsan
eğer kendisine veya tabiat alemindeki
varlıklardan birisine muhabbet beslerse bir
batışla yok olan birşeye gönül bağlamış
olacaktır, Mahbub yok olunca, mahbubu ile
arasında bağ olan muhabbet de yok olup kendisine
zarar verecektir. Muhabbet, mahbub daimi ve
ebedi olursa devamlı olacak ve insana fayda
sağlayacaktır. Mahbub, fani olursa ona beslenen
muhabbet, insanı derde salacağı gibi onun yok
olmasıyla da yok olacaktır çünkü mahbubsuz
muhabbet devamlı azap verir insana. Allah’tan
başkasına muhabbet beslemek inhiraf olduğu gibi
bu muhabbetin kendisi de zarar vericidir. Bunun
için Hz.İbrahim(a.s.) ibadet ve kulluğa layık
olanın mahbub olması gerketiğini söylüyor.
Allah-u teala da müminleri, Hz. İbrahim’in (a.s.)
gittiği yolu ihya etmeye davet ediyor. Hz.
İbrahim (a.s ), “Ben batanları sevmem”
sözüyle Allah’ı sevdiğini belirtiyor, Allah da,
O’nu kendisine dost edindiğini beyan ediyor, “Allah
ibrahim’i kendisine halil seçti” sözüyle.
Müminlere hitaben buyuruyor: “İbrahim’e
gerçekten de en yakın olanlar, ona tabi
olanlarla bu peygamberdir.” Al-i İmran /
68... Müminler ve Peygamber Hz. İbrahim’e tabi
olarak onun mantığını ihya etmeye herkesten daha
evladırlar, melekut aleminin sırlarını görmekten
kaynaklanan mantık şudur: batan yok olan ve fani
olan mahbub olamaz. Bu mantık imamların ibadet
felsefesinde de görülmektedir; buyuruyorlar: Biz,
Allah’a onu sevdiğimizden dolayı kulluk ve
ibadet ediyoruz, cennet arzusuyla ibadet eden
tüccarlar gibi ve cehennem korkusuyla ibadet
eden köleler gibi değildir bizim ibadetimiz.
İmamların ibadeti bu asıl ve mantığa göredir.
Çünkü ölümsüz ve hayy olana, muhabbet ebedi
olabilir, nefsi istek, arzu ve geçici
lezzetlerin hiç birisi bu mantıkta yer alamaz.
Unutulmaması gerekiyor ki, muhabbet tarikattır,
muhabbet yoldur, muhabbet şeriattır. Muhabbet
insanın kafasında birşeyi tasavvur edip onu
seviyorum demesi değildir. Al-i İmran süresinde
belirtildiği gibi “De ki Allah’ı seviyorsanız
bana uyun”; sevmek, Resulullah’a (s.a.a)
tabi olmak, O’na uymaktır, eğer birisi
Allah’ı sevdiğini iddaa eder Resulullah’ı takip
etmezse bilmelidir ki onun iddaası burhansız ve
yalandır.
Allah-u Teala Nur süresinde (62) müminlerin
Resulullah’ı yanlız bırakmayacaklarını ve önemli
işlerde devamlı yanında olacaklarını beyan
ediyor: “Müminler, ancak Allah’a ve Resulüne
inanırlar ve onunla beraber, topluluğu icab
ettiren bir işte bulunurlarsa izin almadan
bırakıp gitmezler.” İtikadi olarak Allah’a
ve Resulüne iman ederler, toplumsal alanda
ümmetin hep beraber yapması gereken işlerde
rehber ve önder olan Peygamberı yalnız
bırakmazlar. Kendi şahsi işleri olsa dahi
Peygamberden izin almadan, onunla istişare
etmeden ayrılmazlar. Bütün dini meselelerde
Peygamber lider ve rehber olduğundan önde gider
ve ilahi hükümleri uygular, Allah’ın muhabbetini
kalbinde taşıyan müminler de arkasından hareket
ederler. Arz ettiğimiz gibi muhabbet sessiz
kalmak ve oturmakla bağdaşmaz. Önceki makalede
kimlerin Allah’ın mahbubu olduğunu ve bu makama
nasıl ulaşılması gerektiğini ayetler ışığında
açıkladık.
Rivayetlerimizde Allah’ın mahbubları arasında
kimin daha yüksek makama sahip olduğu da beyan
edilmiştir. İmam buyuruyor: “ İnsanların en
üstünü, ibadete aşık olandır....” Aşk,
muhabbetin kamil merhalesidir. Aşk, var olanı
koruyan ve sahip olmadığını talep etme şevkidir.
İnsan, şevkle ibadet eder, ibadet aşıkına
ulaşmak için. Çünkü İmam buyuruyor :
“İnsanların en üstünü, ibadete aşık olandır....”
İbadetin kendisi de ma’buda aşık olmaya götüren
bir yoldur. İbadete aşık olmak başlangıçtır,
yolun yarısında olamaktır, ibadete aşık olan
henüz hedefe ulaşmamıştır. Kimin maşuku, ma’bud
olan Allah olursa o hedefe ulaşmıştır sadece
ibadete aşık olmak yetmez. Rivayette belirtilen
“İnsanların en üstünü, ibadete aşık olandır....”
maksat, ibadeti sadece ilahi teklif olarak
yerine getiren, ibadetten lezzet alan ve ibadeti
seven değildir, bunların yanısıra muhabbetin en
yüksek derecesi olan “aşk” derecesine ulaşandır.
İslam’ın iftiharlarından olan Seyyid bin Tavus (r.a)
çocuğunun buluğ çağına erdiği günü bayram olarak
kutluyor ve şöyle diyor: “Allah’a şükür et ki,
ölmedin ve Allah’ın emirlerinin muhatabı oldun.
Şimdiye kadar Allah seninle konuşmuyor, seni
muhatap almıyordu ve senden birşey istemiyordu
ama artık sen, Allah’ın, “ Ey iman edenler”
sözünün muhatabı oldun. Allah’ın bu sözüyle
konuştuğu kimselerden biri oldu. Bu hitap, ilahi
emirleri yerine getirmek için seni mükellef
kılmıyor, ilahi emirleri yapmak ile
şereflendiriyor. Çünkü Allah’ın emirlerini
yerine getirmek zahmet ve külfet değil şereftir.”
İşte bu sözler o gerçek muhabbetin ürünüdür.
“ İnsanların en üstünü, ibadete aşık olandır....”
rivayetinin sırrı budur. İnsan, bu dereceye
ulaşdığında anlar ki, yalan aşk, maşukun yok
olmasıyla dert verir, azap verir. Mahbubun yok
olmasıyla verdiği dert ve azabı herkes anlayamaz
yalnız gerçek muhib anlar. İnsanların en üstünü
“Ölümsüz Hayy” olana aşık olanlardır.
Mahbub ebedi olduğundan mahabbetin son derecesi
olan aşk da gerçek olacaktır. Aşk, maşukun
eserlerini aşık olanda ihya eder, yaşatır. Aşk
kelimesi arapçada “aşaka” kelimesinden
alınmıştır. Aşaka sarmaşığa benzer bir bitkidir.
Ağaçların gövdesine sarılır ve ağacın nefes
almasını engelleyerek yapraklarının sararmasına
sebep olur ve ağacın vaktinden erken solmasını
sağlar. Aşıkın, sararmış görunmesinin sebebi,
aşkın onun nefes almasını engellemesinden, aşk
ve şevkin, insanın hayvani boyutunun gelişmesine
mani olmasındandır. Aşk, İnsanın bedensel ve
cismi olarak gelişmesini engeller ve herşeyden
üstün olan kendi gelişmesinin peşindedir.
“İbadete aşık olan insanların en üstünüdür” sözü,
yani ibadetin insanı tamamen çepeçevre sarması
bütün varlığıyla ibadeti hissetmesidir. Namaz
kılarken edilen niyyet fikhi olarak niyyet
sayılır ama mana ehlinin yanında bunun kendisi
gaflettir. Bir kimse namaz kılarken: “ Öğle
namazını kılıyorum gurbeten ilellah” cümlesini
aklından geçirirse bu fıkhi olarak niyyet
sayılır ama irfan ehlinin nezdinde niyyet değil,
gaflettir. Çünkü niyyet, tabiat aleminden kopup,
Allah’a yönelme, mahbuba koşmadır. Namazın
başından sonuna kadar dünya işlerini düşünen ve
aklı insanlar arasında olan kimsenin, namazın
sonunda “Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve
berekatuh” demesi nasıl doğru olabilir. Çünkü
dışarıda olan biri içeri girdiği zaman,
insanların arasında olmayan biri, onların yanına
geldiği zaman selam verir, insanların arasında
olan selam vermez ki. Namazda aklı tamamen
dünyada ve insanlarda olan birisi insanlardan
ayrılmamış ki bitince “ Esselamu aleykum...”
diyor. Ama Namazını, “Namaz, müminin
miracıdır” hadisine göre kılan, “Namaz
kılan, kiminle münacat ettiğini bilse asla
namazı bitirmez” hadisini anlayarak,
Rabbu’l-alemin ile münacat eden ve “Namaz,
her muttaki insanın (Allah’a) yaklaşma
vesilesidir” hadisine teveccüh ederek
namazını kılan insan, niyyetiyle tabiat
aleminden uçmuş, dünya ve insanlardan kopmuş ve
kimseyi aklından geçirmemiş, sadece kendisi ve
ma’budu vardır namazında ve namazı sona erince
miraçtan iniyor, Allah ile münacattan bitiyor ve
insanların arasına dönüyor bundan dolayı “
Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh”
diyor. Tekbiret-ül ihramı (Allah-u Ekber) ihram
bağlamak olan, Lailaheillelleh’ı, Allah’a teslim
olmak olan ve Selam’ı bitiş olan namazdan sonra
verilen selam gerçek selamdır. “İnsanların en
üstünü, ibadete aşık olandır....” hadisi her
türlü ibadete aşık olmayı içerir; maddi, manevi,
batini ve zahiri her türlü ibadete aşık olmayı,
onunla sarmaş dolaş olmayı ve bütün varlığıyla
onu hissetmeyi beyan ediyor.
İnsanın bu makama ulaşmasını engelleyen,
yükselmesine mani olan dünya sevgisidir. “Dünyayı
sevmek bütün hataların başıdır” hadis-i
şerifi, bütün günahların ve hataların sebebinin
insanın dünyaya gönül vermesi ve sevmesi olarak
belirtiyor. Diğer bir hadisde şöyle buyuruyor:
“Çobansız bir koyun sürüsüne, her iki
taraftan kurtların saldırıp verdiği zarar- ziyan,
dünyayı seven ve makam peşinde olan müslüman
kimsenin dinine verdiği zarardan daha fazla
değildir.” Yalan ve geçici muhabbetin,
dünyaya alaka bağlamanın, makam ve mevki peşinde
olmanın insanın dinine vurduğu darbe, verdiği
zarar kurtların koyun sürüsüne verdiği zararla
mukayese edilemez. Çünkü kurt sürüye saldırdı mı
yırtıcılığı oranında parçalar, yalnız
yiyebileceği miktarda parçalamaz, gazap ateşini
söndürüne kadar parçalar ve onun parçalama
duygusu asla doymaz. Dünya muhabbeti kalbinde
olan insan, bu özelliğe sahip olan kurttan daha
tehlikelidir. Bu gibi hadisler hakkında islam
alimleri birçok makale yazmıştır.
Allah’a muhabbetin, bütün hayır, fazilet ve
doğruluğun kaynağı, dünya sevgisinin ise her
günah ve hatanın başlangıcı olduğu rivayetlerin
ışığında anlaşılmaktadır. Allah’a muhabbetin
faydası ve meyvesi hakkında önceki yazımızda
Kuran ayetler çerçevesinde bahs etmiştik. Ama
“dünyanın her hata ve günahın başı olduğu ise”
Nahl /106 da farklı tabirle beyan ediliyor.”
Fakat kim kalbini kafirliğe açarsa, işte
Allah’ın gazabı bunlaradır”. Kalp ve
canlarını küfr ile dolduran, günah ve inkar ile
kalplerini genişleten, isyan ve tuğyanlarının
neticesinde kendi sonunu hazırlamıştır. İlahi
gazabı hakkeden kendi sonunu hazırlamıştır.
Kalbini, ilahi maarif için açması gerekirken
dünyaya meyletmesi sonucu günah ve isyan, küfür
ve tuğyanla doldurmaktadır. Kalp, Allah’ın
muhabbetinin yeri olması gerekirken dünya
muhabbetinin ve küfrün sahnesine dönmüştür.
İlahi gazabı hakkeden kendi sonunu hazırlamıştır.
“Sizi rızıklandırdığımız tertemiz şeyleri
yiyin ve bu hususta taşkınlık etmeyin, sonra
size gazabım vacip olup ve kime gazabım vacip
olursa uçuruma yuvarlanır, helak olur.” Taha
/81. Ayet beyan ediyor: insan tuğyan ederse,
Allah’ın gazabını hakkeder, gazabı hakkeden
helak olur, helak olan ise artık tekamul yoluna
giremez. Nahl süresinin devamında bütün bunların
sebebini dünya sevgisi olarak belirtiyor: “
Bu da dünya yaşayışını sevip ahiretten üstün
tutmalarındandır.” Nahl /107. Onlar dünyayı
kendilerine mahbub olarak seçip ahirete tercih
ettiler. İnsanı, Allah’a yaklaştıran ahirettir,
ahiret sevgisinin öteki dünyada karşılığı vardır
ama dünya sevgisi, insanı bu dünyada Allah’tan
uzaklaştırdığı gibi ahirette de azap görmesine
sebep olacaktır. İlahi intikamların hepsinin
kaynağı dünyayı sevmek ve onu mahbub karar
kılmaktır. Batıl muhabbeti tercih eden hedefe
ulaşamaz: “şüphe yok ki, Allah, kafir olan
topluluğu doğru yola sevketmez.” Kafir olan,
hakk yoldan saptığı gibi aklı da devre dışı
bırakmış yanlış yola sapmıştır.” Onlar, öyle
kimselerdir ki Allah, onların kalplerini,
gözlerini, kulaklarını mühürlemiştir ve onlardır
gaflet edenlerin ta kendisi”. Onlar
gafildirler, kalpleri mühürlü olduğundan
anlamaları gereken ilahi maarifi anlamazlar,
kulakları mühürlü olduğundan duymaları gereken
hakkı duyamazlar, gözleri mühürlü olduğundan
batini gözle görmeleri gereken şeyleri
göremezler. Şüphesiz gafildirler, gaflette
olanda hüsrana uğramıştır.” Şüphe yok ki
onlar, ahirette hüsrana uğrayanlardır.”
Gafletten aklı körelmiş ve idrak edemeyen insana
hayal hakim olmüştur; akıl ve vahiyden mahrum
kalan insan, hayal tuzağına düşmüştür.
Hayalperest asla muhabbet yolunu gidemez, böyle
olunca da Allah’ın mahbubu olamaz, Allah’ın
sevdiklerinin arasında yer alamaz.” .. ve
Allah övünüp kibirlenen hiçkimseyi sevmez.”
(Hadid /23) Ayette geçen “muhtal” kelimesi,
hayalperest, hayal ile hareket eden,
tahayyulatın esiri olmuş, vahme kendisini
kaptırmış, hayal ürününe dayanan ve hayalin
değer verdiği itibari ünvanlara sığınan kimseye
denir. Allah’tan başka her şey itibaridir ve bir
kimse hayal ürünlerine sığınıp ona değer verirse,
o insana muhtal denir. Muhtal kimse kibirlenir,
kibir batıl olduğu için de Allah’ın mahbubu
olamaz. Çünkü muhabbetin yolu aklın yoludur
vahim ve hayalin değil, bir kimse Allah’ın
mahbubu olmak istiyorsa akıl ve vahyin yolunu
gitmelidir. Bir insan sahip olmuş olduğu makam
ile kibirlenir böbürlenirse bilmelidir ki
muhabbet yolundan sapmış ve asla Allah’ın
sevdiği kimselerden olamayacak ve dinden de
uzakalaşacaktır. İmam Sadık (a.s.) buyuruyor: “Din,
hub ve buğzdan başka birşey deşildir”. Dinin
çabası, insanı, aklının idare etmesini, vahyin
de yol göstermesini sağlamaktır. İmam bakır (a.s.)
buyuruyor: “Dünyaperest, dünyaya aldanan
insan, ipekböceği gibidir; çabaladıkca kendi
etrafında döner, döndükçe daha fazla üretir ve
ürettiği kendi emeği kendisini boğar arada kalıp
ölür.” Dünyayı sevmek, insanın Allah’a
ulaşmasını engeller, ipekböceği gibi çalışıp
çabalar ve kendi çabası ve emeği kendisini
öldürür. Dünya, eğitim ve ve terbiyet alemi
olarak görülürse dut yaprağı ipeğe çevrilir,
insan doğru yolu katederse melek sıfatlı olur ve
kanatlanıp mahbuba uçar, ipekböceği gibi yolun
yarısında kendi mahsulünde boğulmaz.
Rivayetlerde Allah’tan başka her şey dünya
olarak belirtiliyor ve ona gönül bağlamak her
günahin kaynağı olarak tanıtılıyor.“ Bu da
dünya yaşayışını sevip ahiretten üstün
tutmalarındandır” ayet-i celilesi buna
işaret etmektedir.
Kalbi dünya muhabbetiyle dolan insan gafildir.
Allah muhabbeti de yalnız kalb ile olduğundan
dünyayı seven insan Allah muhabbetinden mahrum
kalacaktır. Resulullah’a (s.a.a.), kalbi gaflet
ile dolan insan ile irtibati kesilmesi
emrediliyor: “Sabah, akşam rızasını dileyerek
rablerine dua edenlerle beraber sabret ve dünya
yaşayışının ziynetini dileyenlere uyup ayırma
gözlerini onlardan ve bizi anmamaları için
gönüllerine gaflet verdiğimiz heve ve
heveslerine uymuş ve işi hadden aşıp taşmış
kişiye itaat etme.” (Kehf / 28) Ayet,
Resulullah’a (s.a.a) kiminle beraber olması
gerektiğini ve kimlerden uzak durması
gerektiğini beyan ediyor. Mustazaf ve fakir
tabaka ki Allah’ı devamlı yad ediyorlar onlarla
beraber ol. Dünya ziynetine gönül verenler,
Resulullah’a teklif ediyorlar :” şu fakir,
fukarayı terk et, biz senin yanında yer alalım,
onlarla beraber olmak bize ağır geliyor”. Allah
buyuruyor:” ve dünya yaşayışının ziynetini
dileyenlere uyma”, mustazaflardan ve
fakirlerden gözünü ayırma. Dünya muhabbeti
kalbine dolmuş insanlar Allah’ı zikr etmekten
gaflettedirler, en büyük nimet olan Allah’ı yad
edmekten mahrumdurlar, onların canları Allah’ın
muhabbetine layık değildir, sakın onlarla
beraber olma. Allah, kendisini yad etmeyen,
peygambere tabi olmayan, Allah’ın kitabı Kuran’ı
terk eden kimselerin kalbinden Allah’ı zikr etme
ve kıyameti hatırlama tevfikini alır. Kıyameti
yad etmek özel bir nimettir ve Allah, onu
herkese nasip etmez yalnızca özel kullarına
verir: “Biz onları daima yurtları olan
ahireti anma huyuyla yarattık da özleri temiz,
ihlas sahibi kullar kıldık.” Sad /46. Bu
nimet layık olmayanlara verilmez: “Yeryüzünde
haksız yere ululuk satanlara ayetlerimizi idrak
ettirmeyeceğiz...” (Araf / 146), “Allah
gönüllerini döndürmüştür onların, çünkü onlar
anlamaz bir topluluktur”. (Tevbe / 127)
Onlar din yolunu terk edip haktan ayrıldılar mı
Allah, onların hakkı anlama yeteneklerini alır
ve onları bu nimetten mahrum bırakır.
Netice olarak şu noktalar açıklanmış oluyor:
1.- Tevelli ve teberrinin temelini, muhabbet ve
adavet oluşturur.
2- Muhabbetin merkezi kalptir ve insanın bir
kalbi vardır.
3- Kuran’da muhabbet ve adavet konusu
incelenmediği müddetce Tevveli ve teberi
anlaşılamaz.
4- Allah muhabbeti ve dünya muhabbeti bir kalpde
birleşmez
5- Tevellinin özünü, Allah muhabbetı oluşturur
6- Tevelliyi engelleyen en büyük engel, dünya
sevgisidir.
7- Tevelli ve teberri makamına ancak Peygambere
tabi olmak ile ulaşılır.
8- Tevelli ve teberri insanın hayatının her
alanlnda tecelli etmeli; ibadet, dua ve irtibat
9- Tevelli ve teberri Allah’a gerçek kulluğun
temelini oluşturur.
10- Dinin özü tevelli ve teberriden başka birşey
değildir.
| |
|
|
|
| |
|
|
|
|